Eğitimciler olarak “Merak etmeyin, sorular ne kadar zor olursa sınav bilenle bilmeyeni o kadar ayırır.” diyerek çocuklarımızı avuttuğumuz bir bekleyiş oldu son bir ay. Ancak sonuçlar hiç de öyle olmadı, değil mi? 719 birincinin açıklanmasıyla tüm eğitimciler şaşırdı, anne babalar endişelendi, sınavla öğrenci alan liseler ise bir çıkmaza sürüklendi. Daha da ilginç ve vahim olan ise %3 lük dilime yığılan, bir elin parmaklarını geçmeyen “nitelikli” olarak atfettiğimiz okullara yerleştirmekte zorlanacağımız öğrenciler olacak. Sahi, bu sınavı biz gerçekten beğenmiş miydik? Sorun sınavda mıydı? Hazırlık sürecinde mi? Yoksa tercih sürecinde mi?
Sosyal medyada sıcak gündem oluşturan fahiş birinci sayısına, asparagas haberler eklendikçe tartışmalar hararetlendi. Ciğeri yanan anne babalar şikayetlerini haykırdı, kimi uzmanlar cesurca fikirlerini tecrübelerine ve araştırmalarına dayanarak dile getirdi, kimi de bu heyecanlı gündemden nemalandı. Üzerine MEB, tüm iddiaların asılsız olduğunu, sınav sürecinin titizlikle yürütüldüğünü, ortaya yanıltıcı iddialar atanların hakkında suç duyurusunda bulunacaklarını duyurdu. Ortalık iyice karıştı.
Kuşku çok güçlü ve negatif bir duygudur. Elinizde herhangi bir kanıt yoksa sizi yer bitirir, spekülasyonlar ve komplo teorileri peydahlanır, bir grup insan kendi amaçları doğrultusunda bunu kötüye kullanır, toplumda güven sarsılır. Kuşku ile mücadele etmenin tek yolu hakikati öğrenmektir. Bunu da elimizdeki verilerle yapabiliriz. Konu evlatlarımız olunca tüm anne babalar ve eğitimciler kuşkuya yer bırakmayacak bir açıklama bekliyor. Benim naçizane önerim ise MEB’in geçmiş yıllarda olduğu gibi istatistikleri yayımlaması ve böylece toplumdaki güvensizliği gidermesi olacaktır.
Peki, elimizdeki verilerle konuşalım. “Şaibe” imaları sürdürülen 2025 LGS sınavında mağdur olan sadece birinci olan çocuklar mıydı? Bana göre değil. LGS 2025’i ilginç yapan geçen seneki sınav ile karşılaştıdığımızda ortaya çıkıyor. Bu sınavın geçen senekine göre zorluk derecesinin eğitimciler tarafından yüksek olarak tanımlanmasına rağmen %2 lik dilimdeki çocukların aynı doğru sayısı ile aynı puanı alması dikkate değer. Hatta 1 matematik yanlışı yapan bir öğrenci geçen seneye göre bu sene daha kötü bir yüzdelik dilimde. Ancak %3’lük dilimden sonra iş biraz değişiyor. Örneğin, %3’lük dilime giren bir öğrenci bu sene yaklaşık 456 puan alırken, geçen sene yaklaşık 460 puan almıştı. Yine %10 luk dilime giren bir öğrenci yaklaşık 400 puan alırken, geçen sene 419 puandı. Yüzdelik dilim arttıkça puan farkı da artıyor.
Bu yılki LGS’nin, genel olarak geçen yıla göre daha zorlayıcı olduğunu kabul ediyoruz; ancak bu verilere göre sınav en üst %2’lik dilimdeki öğrenciler için yeterince ayırt edici olmamış olduğunu söyleyebiliriz. Yani kısacası, 20 bin öğrenci bol keseden verilen ortaokul başarı puanları ve çoğunlukla da göz yumulan devamsızlıklar nedeniyle acımasızca yaşlarına göre sıralanacaklar gibi görünüyor. Aynı anda hem özel okul hem de devlet okulu tercihi yapamıyor olmaları da bu grubu daha da dezavantajlı bir duruma getirecek. Örneğin tam puan almasına rağmen Galatasaray Lisesi ya da İstanbul Erkek Lisesine girip giremeyeceğini garanti olmayan bir öğrencinin ailesi, Robert Kolej’e 1 milyon 800 bin (tabi ailesi bu ücreti her sene karşılayabilecekse) ödemeye razı olacak.
Bunun yanı sıra geçen seneki ve bu seneki sınav arasındaki asıl fark %3’lük dilimden itibaren başlıyor ve özellikle %10’luk dilime gelindiğinde puan farkı belirginleşiyor. Bu da sınavın, çok başarılı öğrencileri sabit tutarken, alt, orta ve üst başarı düzeyindekileri daha fazla elediğini ve genel puan ortalamasını aşağıya çektiğini gösteriyor. Başka bir deyişle, sınavın üst grup üzerindeki etkisi sınırlı kalmış, esas ayrışma alt ve orta grupta yaşanmış.
Daha da vahim bir durum var. Biliyoruz ki ülkemizdeki 963 bin 142 öğrencinin yarısı bu seneki LGS 2025’de 240 puanı geçemedi. Neden bu çocukların 90 soruda 20 netin üzerinde yapamadığını sorgulamamız gerektiğini düşünüyorum. Eğitim programımızdaki ve uygulanmasındaki eksikler mi, ailelerin sosyo ekonomik düzeyi dolayısıyla diğer çocukların sahip olduğu hazırlık sürecindeki ayrıcalıklara sahip olmadıkları mı, sadece 14 yaşındaki çocukluk ve ergenlik arasına sıkışmış evlatlarımızı 155 dakikada birbirine kırdırmamızın getirdiği ağır duygusal yük mü? Her zaman sisteme eleştirel bir gözle bakalım, buna kimsenin itirazı olamaz. Ancak bir de kendimize bir çuvaldız batırsak mı?
