Okul ve öğrenmeye dair ilk anım beş yaşıma dayanıyor. Tutulan tüm bakıcıların evde oturup dantel ördüğünü ve benim de sokakta kir pas içinde oyun oynadığımı gören annem bu duruma bir çözüm bulmak istemiş. Annem kara kara düşünürken müdür: “Endişelenmeyin hoca hanım. Siz zaten 1. sınıfları okutuyorsunuz. Burcu da sizinle okula gidip gelsin işte.” demiş. Bu çözümden hoşnut olan annem beni her gün okula getirip götürdü. Ben okulu oyun oynanan yer olarak gördüğüm için, bir de arkadaşlar vardı tabi, hep çok sevdim. Hiç kimse benim okulda öğrenme hevesimi kırmadı. Tahtayı göremediğim için masaların üzerine oturuyor ve çocukların defterlerini kırış kırış yapıyordum. 20 içinde toplama yapmak için fasulyeleri kullanmayı akıl edemediğimden çoraplarımı çıkararak ayak parmaklarımı sayıyordum. Müfettiş geldiğinde saçma sapan fıkralar anlatıp herkesi kırıp geçiriyordum. Elbette yine heveslendim ve 10 Kasım’da şiir okumak istedim. Annem diğer öğrencilerini cesaretlendirmek istese de müdür yine anneme şöyle demişti: “Bırak okusun hoca hanım. Hevesini kırmayalım.”
O zamanlar törenler köy meydanında yapılırdı. Halk sabah erkenden meydanda toplanır heyecanla törenin başlamasını beklerdi. Şiir okuyacağımı duyan babaannem 2 saatlik yolu teperek kan ter içinde gelmiş heyecanla ilk sıradaki yerini kapmıştı. Babam törenin açılışını İstiklal Marşı’nı okutarak yaptı. Öğrenciler sırayla performanslarını sergilediler. Sıra bana geldi elbette. Yerlere kadar eğildim. Köy halkı beni izliyordu. Sahneyi o günden beri çok severim. Başladım şiirin ilk mısrasını okumaya: “Uzun uzun kabaklar…” O sırada bir gülüşme koptu. Annemle göz göze geldim ancak durmadım, devam ettim. Şiirin sonunu getirdim. Yerlere kadar eğilerek sahneden indim. Hatamın elbette farkındaydım. Zira annem bir hafta boyunca “kabak” ve “kavak” arasındaki farkı anlatmaya çalışmıştı. Hatta kavak ağacının yanına beni götürüp bana ağacı bile gösterdi. Ben kavağın ne olduğunu ancak şiiri okuduktan sonra öğrendim. Tüm köy halkı hata yapmamı izlemişti. Ancak beni küstürmemişlerdi aksine hatalarımdan öğrenmenin doğal olduğunu bana göstermişlerdi. Nitekim ben hatırladığım her törende şiir okudum.
4. sınıfa kadar köy okuluna devam ettim. Kimi zaman annemi öğretmen figürü olarak gördüm, kimi zaman da babamı. Doğup büyüdüğüm şehir Balıkesir’de o dönem için Anadolu Liselerine en çok öğrenci gönderen sınıf öğretmenleri “başarılı” adledilirdi. Annemin ve babamın böyle bir “başarı”sı yoktu bildiğim, ben de bu maratona çok geç dahil olmuştum. Beklenildiği üzere Anadolu Lisesini kazanamadığım gibi ortaokuldan sonra Fen Liseleri sınavında da ümit ettiğim performansı gösteremedim. Ancak durmadım, devam ettim. Bazen yola devam etmektir tek çareniz.
Her çocuğun hayali biriciktir. Ben hep başka ülkeleri gezdiğimi, yeni arkadaşlar edindiğimi düşünür ve onlarla akıcı bir dille konuştuğumu hayal ederdim. Bazen yeni kelimeler türetir, yeni yeni cümleler kurardım zihnimde. Zihnimdekileri eyleme dökme hırsıyla annemin hiç de istemediği bir tercih yaptım liseyi seçerken. İngilizceyi öğrenebilmek için gittiğim Anadolu Ticaret Meslek Lisesi, annemin tüm itirazlarına rağmen, babamla birlik olup yazıldığım bir liseydi. Okul numaram 2’ydi. Sanırım okulu tercih eden ikinci öğrenciydim. O dönemin şartlarına göre çok seçkin bir eğitim aldığımı şimdi fark ediyorum. 24 kişilik sınıflarda, okulun en iyi öğretmenlerinin göz bebeğiydik. İngilizce konuşabiliyordum, kod yazabiliyordum, öğretmenlerime istediğim zaman danışabiliyordum, zorbalık nedir bilmiyordum, arkadaşlarımla projeler üzerinde çalışabiliyordum. Tek bir sorun vardı, hiç aklıma gelmeyen ama sonrasında hayatıma yön verecek bir sorun. O da okuldaki fen matematik alanında tercihte bulunacak tek öğrenci bendim. İstediğim dersler açılmıyordu çünkü bu dersleri seçen başka öğrenci yoktu. Kimi zaman zorluklar sizi yaratıcı çözümlere yöneltir.
Kredili sistemin mağduru olan pek çok öğrenci olabilir. Ama ben onlardan biri değildim. Bir gün müdür yardımcımı ziyaret ederek fizik 3 ve kimya 3 derslerini almak istediğimi söyledim. Bana fizik 1, 2 ve kimya 1, 2 derslerini almadığımı hatırlattı. Ben de bu derslerin içeriğini bildiğimi çünkü dershanede öğrendiğimi ve bireysel olarak çalıştığımı söyledim. Kredili sistem sayesinde başka bir okula gitmenin ve istediğim bir dersi orada almanın mümkün olup olmadığını sordum. Müdür yardımcım beni Balıkesir Lisesine gönderdi. Annemin beni göndermek istediği liseydi bu. Nasıl olduğunu hatırlamakta güçlük çekiyorum ancak beni Balıkesir Lisesi kabul etti. Belki de 1000 kişilik okulda bu durumdaki tek öğrenci bendim. Hiçbir şey imkânsız değil diye düşündüm.
İlk dersimi hiç unutamıyorum. Balıkesir Lisesi yokuşunu kalp çarpıntısıyla tırmanarak derse yetişmiştim. Sınıfı arayarak zor buldum. Üzerimde farklı bir okulun forması vardı. Koridorda tüm çocuklar bana bakıyordu benim orada ne işim olabileceğini sorgulayarak. Sınıfa girdim, ne kadar büyük olduğuna şaşırdığımı hatırlıyorum. Sınıfta 60 kişinin sığabileceği sıralar dizilmişti. Hiç kimsenin gözünün içine bakmadan en arkadaki sıraya tek başıma oturdum. Başımı yana doğru eğmezsem ya da ayağa kalkmazsam görünmez olabileceğimi düşünüyordum. Tek istediğim dersi dinlemek ve sonrasında eve gitmekti. Sonuçta tam bir ergendim. Bazen orada olmak bile yeteri kadar cesur bir davranıştır.
Öğrenciler beni fark etmedi. Öğretmen derse girdi ve konuyu anlatmaya başladı. Bir soru sordu, cevabını alamadı. İkinci soruyu sordu, yine cevabını alamadı. Ben sürekli not alıyordum. Sorduğu soruların cevabını da bildiğimi fark ettim. Ancak ilk günden dikkat çekmek istemiyordum. Üçüncü soruyu sorduğunda sınıftaki sessizlik hâlâ zihnimde. Parmağımı havaya kaldırdım ve öğretmenin sorusunu cevaplamak için ayağa kalktım. O an pişman olmuştum bile. Belki de sınıfta olduğumu ilk defa fark eden öğrencilerin hepsinin kafası arkaya doğru çevrildi. Bu sahneyi ömrüm boyunca da unutmadım. 60 ergen size bakıyor ve “Bu kız da kim?” diye içinden geçiriyor. Ben o parmağı havaya kaldırmaya tüm dönem boyunca devam ettim. Hala unutamadığım dostluklar kurdum ve anılar biriktirdim. Liseden okul birincisi olarak mezun oldum. 17 yaşında ODTÜ gibi seçkin bir üniversiteyi iyi bir puanla kazanmak ve ailemden ayrılmak beni yeteri kadar zorlamıştı ancak gururluydum. ÖYS’de fizik 3 ve kimya 3 sorularının hepsini doğru yapmıştım. Bir dönem boyunca o yokuşu boşu boşuna çıkmamışım dedim kendime. Emek harcadığınız hiçbir şey boşuna değildir.
ODTÜ’de kalabildiğim tüm yaz okullarına kaldım, üst sınıf derslerinden ders seçimleri yaptım. Okulu bir dönem önce bitirdim, yüksek lisansa kabul edildim. Ancak yüksek lisans başvurum kabul edilmesine rağmen eğitim güz döneminde başlayacaktı. Ocak ayında mezun olduğum için çoktan yurttan çıkarılmıştım. Ailem eve dönmemi istemişti. Ne kalacak yerim vardı ne de işim. Bölüm hocamız Prof. Dr. Soner Yıldırım’ın yönlendirmesiyle yüksek lisansa bahar döneminde başlayabilmek için enstitüye başvurumu ilettim. Soner Hoca’m nasıl ikna etti komisyonu bilmiyorum ama başvurumu onayladılar. Yurda tekrar yerleştim ve eğitim CD’leri satan bir firmada yarı zamanlı işe başladım. Elimde CD çantası okul okul geziyor, öğretmenlere ve idarecilere sunum yapıyordum. Ankara’nın en iyi okullarındaki neredeyse tüm öğretmenler artık beni tanıyordu. Mezun olduğum tüm bölüm arkadaşlarımla ODTÜ Geliştirme Vakfı Okullarında açılan pozisyona başvurduğumuzu hatırlıyorum ama tercih edilen ben olmuştum. Hayatımızdaki şansları kendimiz yaratırız.
Hayatta karşıma hem engeller hem de fırsatlar çıktı. Başarı, bu engelleri nasıl karşıladığınız ve fırsatları nasıl değerlendirdiğiniz ile alakalı belki de. “Grit” (Azim) kitabının yazarı Angela Duckworth devlet okulunda 7. sınıflara matematik öğretmenliği yaparken bazı öğrencilerinin nasıl başarıya ulaştığını sorguluyor. “Başarının temelinde aslında ne yatıyor?” Okulda, öğretmenler üzerinde, çalışma ortamında yaptığı bir dizi araştırmalar onu başarının en önemli faktörüne yani “grit” dedikleri kişilerin ne kadar sebatla çalıştıkları ve azimli olduklarına götürüyor. Bu sıfata sahip olan bireyler daha fazla ve uzun süre çalışabiliyorlar. Sebatı, Angela uzun bir maratonu koşmaya benzetiyor: bir şeyi istemek, hedeflemek, onun için sebatla ilerlemek, yılmamak, kolay vazgeçmemek, başka bir şeyler önünüze çıksa bile dikkatinizin dağılmasına izin vermemek, kararlı olmak, başladığı işi bitirmek, zorlukların üstesinden gelebilecek cesarete ve azime sahip olmak.
Grit aslında sadece sebat ve azmi içermiyor. Aynı zamanda tutkuyu da içeriyor. Bana göre işin sırrı da burada. Eğer kendinizi geliştirmekten keyif alıyorsanız, yaptığınız iş her ne ise tutkunuz hâline geldiyse karşılaştığınız zorluklar ve başarısızlıklar sizi yıldırmıyor. Sıklıkla zorluklarla karşılaşıp onları bir şekilde aşıyorsanız dayanıklılığınız artıyor. Ve her seferinde sizin için süreç daha da kolaylaşıyor.
Hayatım boyunca hem eğitim hem kariyer hem de özel hayatımda bu öğretiler bana yol gösterdi. Kimi zaman çok sert düştüm, kimi zaman durgunluğu yaşadım, kimi zaman çok yükseldim. Hiçbiri devam etmemi engellemedi, aksine beni güçlendirdi ve dayanıklılığımı artırdı. Her zaman korkuların değil, umudun bana yol göstermesine izin vermeye çalıştım. Beni hep ayakta tutan ailem, dostlarım ve öğretmenlerim oldu. Ve kendime olan inancım.
Değerli eğitimci Fahri Cürebal’ın editörlüğünde ve sevgili öğretmenim Filiz Akınal’ın emekleriyle yoğrulan, 100 değerli Cumhuriyet öğrenmeni ve eğitimcisinin katılımı ile hazırlanan çok kıymetli bir eser “Cumhuriyetimizin 100 Yılına İz Bırakan 100 Öğretmenden”. Bu kitap, ülkemize değer katan eğitimcilerin eğitim hikayelerini okuyucularla buluşturma hayali ile yola çıktı. Parçası olmaktan da çok onur duyduğum bu yolculukta, kendi hayatımı, eğitim geçmişimi gözden geçirdiğim, dersler çıkardığım eşsiz bir deneyim yaşadım. Yukarıdaki yazımı bulacağınız, birbirinden değerli başka eğitimciler ile tanışacağınız ve hikayelerden esinleneceğiniz kitabı bu adresten edinmeyi unutmayın…